top of page

Atatürk İslam Düşmanı mı?

  • Ünlü Liderler
  • 8 Eyl 2024
  • 12 dakikada okunur

Atatürk İslam düşmanı mı?


Günümüzde Atatürk’ü din düşmanlığıyla yaftalayan, bazı laflarını kasten çarpıtarak manipülasyon faaliyetlerine girişen bir güruh mevcut. Bu yazımızda Atatürk’ün İslam, Din, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed hakkındaki görüşlerini ve söylemlerini irdeleyeceğiz.


Atatürk ve İslam hakkında konuşurken, onu yalnızca laikliğin savunucusu olarak değil, aynı zamanda İslam'ı derinlemesine kavrayan bir lider olarak görmek gerekir. Kendisi Kuran-ı Kerim’i ve Peygamber efendimizi titizlikle analiz etmiş ve anlamış bir liderdir. Atatürk, dini hurafeler ve menfaatlerle cahil halkın çokça kandırıldığını görmüş ve bu malumata çok ciddi bir savaş açmıştır. Atatürk, Milli mücadele sürecinden itibaren her aksiyonunu meşru çerçevede almaya gayret etmiştir. Bu meşruiyet yalnızca devletin kanunları baz alınarak değil dini kurallar ihatasında da kendisine dayanak sağlamıştır. Örneğin Milli Mücadele döneminde İngiliz baskısıyla kendisine karşı atılan ithamlara ve çıkarılan fetvalara karşı dönemin önde gelen din adamlarından fetvalar almış ve yayınlatmıştır. 


Atatürk bırakın kendisinin dinsiz olmasını, herhangi bir insanın fıtratında bunun olmadığını şu sözlerle belirtmiştir: “Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur.”




Bölüm 1- Kur’an-ı Kerim ile Akıl, Mantık, Bilim İlişkisi:


Atatürk; dini, akıl ve bilim çerçevesinde ele almıştır. Bu ele alışındaki kaynakçası şüphesiz Kuran-ı Kerim’in kendisidir. Atatürk pek çok konuşması ve yazısında, Kuran-ı Kerim’in ayetlerine atıflarda bulunmuş ve onu kendisine referans almıştır. O, aklın ve mantığın, dinini anlamaya yol gösterici olması gerektiğini düşünmektedir. 


Atatürk, aklın, mantığın ve bilimin teşvikini Kuran-ı Kerim’de görmüş ve dini düşüncelerini bu doğrultuda sentezlemiştir. Baz aldığı bazı ayetler şu şekildedir: 


Mücadele suresi 11. Ayet’inde "Ey iman edenler! Size 'meclislerde yer açın' denildiği zaman hemen yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size 'kalkın' denildiğinde de hemen kalkın ki Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”  Bu ayet, bilime teşvik etmekte ve ilim yapanların derecelerinin Allah mertebesinde yükseltildiği belirtilmekte olup Atatürk’ün din anlayışının şekillenmesinde önemlidir.


Taha suresi 114. Ayet’te ise "O Allah yücedir, hükümdarlığın tek sahibidir. Sana vahiy tamamlanmadan önce Kur'an'ı hemen öğrenip okumaya kalkışma ve 'Rabbim, ilmimi artır' de.” Şeklinde buyrulmuş veKuran-ı anlamak için önce akıl ve bilim mantığı kazanmanın önemi vurgulanmıştır. 


Bilimin, mantığın ve aklın öneminin vurgulandığı bir başka ayet ise Zümer Suresi 9. Ayettir.  “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”  Benzer şekilde Enfal Suresi 22. Ayet, ”Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, (gerçeği) anlamayan ve düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir.” Bu ayetler düşünmenin, mantığın, aklın önemini ve Allah katındaki değerini vurgulayan ayetlerdir. Şüphesiz belirttiğimiz ayetler, Atatürk’ün dini yorumlayışını şekillendirmiş ayetlerdendir. Kuran-ı Kerim’in “Oku” ayetiyle başlaması da İslam Dininin dogmalarla değil akıl, mantık ve bilim çerçevesinde şekillendiğinin ilk tezahürüdür. 



Bölüm 2- Atatürk’e Göre İslam


Atatürk’ün dine bakış açısını şu sözleri oldukça iyi özetlemektedir:


“Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın yararına uygundur; biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin yararına, İslâmın yararına uygunsa kimseye sormayın; o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.” Bu da bize göstermektedir ki Atatürk akıl, mantık ve İslam kurallarını birbiriyle sıkı sıkıya bağlı görmektedir. Bu bağlamda, Atatürk yaptığı icraatların dini olmasını kendine düstur edinmiştir. Ancak onun lügatında din dogmalar değil, akıl-mantık-Kur’an sentezidir. 


Bu anlayışı doğrultusunda, “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, dinin asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.” Beyanlarında bulunmuştur.Bu sözleri onun dinsiz ve İslam düşmanlığıyla itham edilmesine sebep olmuşsa da, bu pek doğru bir bakış açısı değildir. Tam tersi ona göre dini olan dogmaları kabul etmek değil onu çağın gereklerine, bilim ve mantık ışığında adapte etmektir. Bahse konu sözleri İslam düşmanlığı değil, onun İslam’a bakış açısıdır. 


Atatürk’ün dine bakış açısını, Nutuk’tan da anlamak pekâla mümkündür. Kitapta kendini şu sözlerle ifade etmiştir:

“Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların belirtisine bakarak diyebiliriz ki: İnsanlar iki sınıfta, iki dönemde incelenebilir, İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik dönemidir. İkinci dönem, insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir.

İnsanlık birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının gereken olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat Peygamberimiz aracılığıyla en son dini, uygar gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın kavrayış, aydınlanış ve olgunlaşma derecesi, her kulun doğrudan doğruya, tanrısal ilhamlarla temas yeteneğine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır.” 


Atatürk’ün hayatı ile ilgili pek çok detaya hakimiz. Ancak gözden kaçan pek çok detay var. Bu detaylardan birisi de Ramazan ayındaki tutumu ve davranışları. Bu konuda, Sarayın orkestra şeflerinden Hafız Yaşar Okur’un hatıratlarından Atatürk’e dair şu anektodları görüyoruz: “Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşküne giremezdi. Kandil gecelerinde saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sûreler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşuyla dinlerdi. Ruhen çok mütelezziz(haz duymuş) olduğu her halinden anlaşılırdı. Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu camiilerinde şehitlerimizin ruhuna hatm-i şerif okumamı emredelerdi.” 


Atatürk Anafartalar muharebesindeki zaferini şu sözlerle anlatmıştır:

“Biz, bireysel kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında uzaklık sekiz metre. Yani ölüm kesin... Birincisi siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına toptan düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat imrenilecek ölçüde bir ılımlılık ve razı oluşla biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir zaaf bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okuma bilenler, ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh gücünü gösteren şaşılacak derecede ve kutlanacak bir örnektir. Emin olunuz ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.” 


Atatürk şayet gerçekten Din düşmanı olsaydı, Osmanlı’nın geri kalmışlığında dinin etkisi olduğunu söyleyebilirdi. Halihazırda pek çok yaygın görüş de İslam Dini yüzünden Osmanlı’nın geri kaldığını savunmaktaydı. Atatürk hak vermek bir yana dursun tam tersini, İslamın akla en uygun din olduğunu ve geri kalmışlığın dinimiz ile bir alakası olmadığını şu sözleriyle savunmuştur:

“Düşmanlarımız bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar ve duraklamamızı, düşüşümüzü buna bağlıyorlar. Bu yanlıştır. İslâm Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi din diye bin türlü kayıtlarla kayıtlı zannettiğimiz şeyler, dinimizde yoktur. Bizim dinimiz, akla en uygun ve en tabii bir dindir.


Bölüm 3- Atatürk ve Mücadelesi:


Atatürk, İslamı anlamaya çalışmış ve Allah’ın emirlerinin de bu doğrultuda olduğu için gerçek Müslümanlığın ilk önce İslam dinini anlamakla mümkün olacağını savunmuştur. Müslüman Türk Halkının da dinini anlamasını kendisine düstur edinmiş ve bu doğrultuda çalışmalar yaptırmıştır. Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra “Dinde Öze Dönüş Projesi” adı verilen projeyi başlatmıştır.

Bu projeyle, İslam Dinini saran batıl inanışları ve hurafeleri dinden ayıklayıp, İslam dininin özünü Kur’an’dan ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. İslam dininin doğru anlaşılması için de din dilini Türkçeleştirmeyi amaçlamıştır. 


Bu projeyle ilgili Şükrü Kaya’nın hatıratlarından bir kesiti aktaralım. Şükrü Kaya’nın “Teceddüd-i Diniye (Dinde Öze Dönüş) işleri nasıl gidiyor Paşam?” Sorusuna,

“Size haber vereyim. Ben, Luther olmayacağım! Hele Ekber Şah hiç! Çünkü Luther Avrupa’yı, Ekber Şah Hindistan’ı kana boyadı. Ben, Dinimizin dediğini yerine getiriyorum. Ben ne Luther’im ne Ekber Şah!

Benim Dinim İslamiyet! Kur’an ne diyorsa ben ona bakarım!

Kur’an, tam yedi yerde, “Biz onu anlayasınız /aklınızı kullanasınız diye Arapça Kur’an olarak indirdik.”(Yusuf/2), Allah,

“Her peygamberi yalnız kendi toplumunun dili ile gönderdik…”(İbrahim/4) demiştir. Ben de halkıma onu söylüyorum. Tanrı’ya kendi dilinizle yakarın, O’na kendi dilinizle sığının, söylediklerini kendi dilinizle okuyup anlayın!

Bunca açık bir gerçeği milletimin anlayamaması mümkün değil! Çıkarı olanlar, milletin cahilliğinden yararlananlar çıkar karşımıza! Ama Bu millet onları ezer geçer…


Atatürk, Kuran-ın tercümesine oldukça önem vermiştir. “Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor ; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde ne var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.” Demiş ve halkın dinini anlamasına çabalamıştır. Bir başka sözü de şu şekildedir: “Kur’an’ı, anlamadığı bu Arap diliyle tamamen ezberleyecek düzeyde dinine aşık olan Türk Milletinin, kutsal kitabın bu yüce anlamını istediği gibi anlayabilmekten yoksun bırakmak doğru değildir.”


Sadece Kuran-ı Kerimi değil, Hz. Muhammed’in hayatının anlatıldığı bazı kitapları da Türkçe’ye çevirtmiştir. Atatürk, halkının bilinçlenmesine önem vermiştir. Atatürk’ün savaşı ne İslam’la ne Kuran’ladır. Onun savaşı, dini kullanarak menfaat elde eden gruplarladır. Bu savaşını şu sözlerinden anlayabiliriz:

Bizi yanlış yola yönelten soysuz kimseler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aidata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din niteliği altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki, Allah’a şükürler olsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinmemiz yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir.” 


Atatürk Osmanlı’nın son dönemlerini ve çağın koşullarını çok iyi analiz etmiş bir liderdir. Avrupa’nın Karanlık çağlarında Kilise’nin politikalarını da, Osmanlı’nın son zamanlarındaki tarikat ve şeyhlerin faaaliyetlerini de özenle analiz etmiş ve bu doğrultuda önlemler almıştır. Atatürk’ün şu sözleri, bu konuda değerli bir saptamadır: “Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca isimli hainler, hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize sayısız örneklerle açıklamakta ve kanıtlamaktadır. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanması olasılığı yoktur. Artık kimse, öyle hoca kılıklı sahte bilginlerin yalan dolanına önem verecek değildir.


Atatürk’ün din menfaatçileriyle mücadelesi şu sözlerinden de anlaşılmaktadır:


“Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filân veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.”


Atatürk Diyanet İşlerini kurmuş ve bu kurum aracılığıyla dinin doğru aktarılmasını, çıkar odaklı değil hakikatleri düstur edinerek halkın bilinçlenmesini amaçlamıştır. Akabinde ise dini kullanarak menfaat sağlama potansiyeli olan kurumları defetmeye çalışmıştır. Tekkeleri de bu bağlamda görmüş ve bu konuda:


*Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”  sözlerini sarf etmiştir. Bu doğrultuda da tekkelerin kapatılmasını konusunda icraatlerine başlamıştır.


Bölüm 4- Atatürk’ün İslam Düşmanı Olduğunu İddia Edenlerin Yaygın Argümanlarının Değerlendirilmesi:


İlk olarak değineceğimiz argüman, Atatürk’ün yazmış olduğu mektupta kullandığı “ikre, bismi, rabbi safsatasını esas tutmuş olan Araplar” sözü.  “İkre, bismi, rabbi” yani “Yaratan rabbinin adıyla oku” anlamına gelen ayet. Öncelikle belirtmeliyiz ki, Safsata kelime anlamı itibariyle palavra veya yalan demek değildir, bir düşünceyi ortaya koyarken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır. Burada da Atatürk’ün bahsettiği Kuran-ı Kerim’in safsata olması değil. Arapların bu ayeti bir ilke olarak benimseyip çarpıtması ve amacına uygun kullanmaması. 


Olayın aslı ise şu şekilde cereyan etmiştir. Türk Tarih Kurumu, Tarih dersinin lise müfredatını oluşturmak için görevlendiriliyor. Kurum, Zakir Kadiri Ugan adlı bir Arap yazar’a İslam Tarihi yazıcılığı görevini veriyor. Atatürk konu içerisindeki yazılan bazı bölümlerin değişmesi için şu mektubu yazıyor:


"Son senelerde istanbul’da inkişaf eden gazetelerde roman diye okuduğumuz bazı hakiki eserler vardır ki bunlar şüphesiz ali heyetinizin nazarından kaçmış değillerdir; bu roman sahifeleri bence hakiki tarih vesikalarının izahıdır; bu roman sahifelerinde görülen şeyler takriba şöyle izah olunabilir: "arabistan yarımadasının kumsal çöllerin ikre, bismi, rabbi safsatasını esas tutmuş olan araplar, uygar dünyada, bilhassa türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliye devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. bu zihniyetle hareket edenler islam'dan önce evrensel türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız islam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.”


Mektubun devamında Halife Ömer ile ilgili bir hikaye anlatan Atatürk, Arap olmayan ordu mensuplarına taş fırlattığı bir olayı anlatır ve bu olayı “o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt araplık, malumunuzdur. bunu artık türk çocuklarına bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız.” Şeklinde eleştirir. İslam Tarihi yazılırken Arapların kutsal ve hatasız gösterilmesine karşı çıkar ve gerçek tarihi metinlere sadık kalınmasını söyler.


Bu mektubunda Atatürk’ün vurgulamak istediği şey, “Allah’ın adıyla oku” ayetini kötüye kullanarak, söyledikleri ve yaptıkları her şeyin Allah’ın adıyla yapıldığını düşünen Arapların bu ilkesine ve Arap yanlısı ve çarpık tarih yazıcılığına karşı çıkmasıdır. Ona göre İslam Tarihi Arap eksenli anlatılmamalıdır. Ayrıca bu konuyla ilgili şu sözleri söylüyor: “İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur’an, Evrenlerin ve insanların Rab’binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır. Tanrı’nın bilgisini kapsayan bu mesajı insanlığa duyuran Hz. Muhammed’dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur’an, Dünya’nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır.”  


Sonuç olarak burda Atatürk’ün karşı olduğu şey Kur-an değil, Arap milliyetçiliğidir. Zira Kuran-ı Kerimle ilgili pek çok sözünü yukarıda paylaştık. Atatürk’ün Kuran-ı Kerim’e ilişkin görüşleri açıktır.


Bir başka inceleyeceğimiz argüman ise, Atatürk’ün yazılarından, “Kur’an sureleri Muhammed’e açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde birden bire bir taraftan inmiş değildir. Muhammed’in beyan ettiği sureler uzun bir devirde dini derin düşüncelerin mahsulü olmuştur.Muhammed bu surelere birçok çalıştıktan ve tetkikler yaptıktan sonra edebi bir şekil vermiştir.” sözüdür. 


Kur’an-ı Kerim’i defalarca okumuş olan Atatürk’ün bu sözleri esasında ayetler ile çelişmemektedir.

 Furkan Suresi 32. Ayet: “İnkârcılar, ‘Kur’an ona bütünüyle bir defada indirilseydi ya!’ diyorlar. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik.” Buyurmaktadır. Nitekim Atatürk de “günün birinde birden bire inmiş değildir demektedir.” Ayrıca surelerin, Hz. Muhammed’in birçok çalışıp tetkikler yaptığını belirten Atatürk bunda da haksız değildir.


 Bakara Suresi 97. Ayet : “Söyle (yahudilere): Cebrâil’e kim düşmansa bilsin ki, Allah’ın izniyle önce gelen kitapları doğrulayıcı, müminler için bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak Kur’an’ı senin kalbine indiren odur.” Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, Kur’an-ı Kerim ayetleri, Hz. Peygamberin kalbinde zuhur etmiş ayetlerdir. Bu bağlamda bu ayetleri sindirmek, anlamak ve üzerinde çalışıp tetkikler yapmak oldukça doğaldır.


Furkan suresi 32. Ayeti Kur’an Yolu Tefsirine göre, Allah Teâlâ, Kur’an’ın tamamını bir defada değil de yaklaşık yirmi üç sene zarfında, âyet âyet, bölüm bölüm indirmekle Resûlullah’ın her gelen âyeti gerek metni gerekse anlamıyla zihnine iyice yerleştirmesini, ruhuna sindirmesini amaçlamış; Resûlullah da Kur’an’ın bütününü eksiksiz ve yanlışsız olarak hâfızasına yerleştirdiği gibi, diğer insanlara tebliğ etmeden önce bizzat kendisi, başta iman esasları olmak üzere Kur’an’ın ilkeleriyle kişiliğini bütünleştirmiş, Hz. Âişe’nin ifadesiyle Kur’an onun ahlâkı haline gelmiştir. Atatürk de bu minvalde değerlendirmiş ve benzer yorumlarda bulunmuştur. Nitekim ayetten anlaşılacağı üzere bir anda Hz. Muhammed’in ayetleri bir anda hazmetmesi değil, onu kişiliğiyle bütünleştirip iyice benimsemesi amaçlanmıştır. Ayrıca şunu da belirtmekte fayda var, argümana konu metnin devamında Atatürk, İslam dini ve Kur’an-ı Kerimden, “bu şahaneyi” şeklinde bahsetmiştir. 


Ayrıca Atatürk’ün Hz. Muhammed hakkındaki görüşleri ve sözleri incelendiğinde, Peygamber efendimizi yeren ve inanmayan biri olarak değil, insanların en üstünü, muhteşem bir komutan, çok iyi bir yönetici gibi ifadelerle anlattığını görmekteyiz. Ölümüne yakın bir zamanda, Peygamberimiz hakkında şu veciz sözü söylemiştir: "Bütün dünya Müslümanları, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.” 


Atatürk’ün Peygamber efendimizle ilgili bir başka anısından daha bahsedelim. 1930’lu yıllarda İslam düşmanı bir tarihçinin, Hz. Muhammed hakkında yazdığı bir kitabı tercüme eden bir yazar, eserini Atatürk'e takdim eder. Atatürk kitabı inceledikten sonra tarihçi Prof. Dr. Şemsettin Günaltay'ı çağırtır ve kitap hakkında fikrini sorar. Günaltay'ın cevabı, "Ele alınacak bir şey değil, bir facia olur, Paşam" şeklindedir. Atatürk, Günaltay'ın sözünü bitirmesini beklemeden yerinden fırlar ve yanında bulunan İsmet İnönü’ye dönerek; "Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapanı da devlet hizmetinde kullanılmamak üzere hükûmet kapısından uzaklaştırın" dedi. "Hz. Muhammed'i bana, cezbeye tutulmuş, sönük bir derviş gibi tanıttırma gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, O'nun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır… Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi'nde en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?” Bu hadisenin devamı da şöyledir: "Daha sonra önündeki kâğıda Uhud Muharebesi'nin planını çizdi. Her iki tarafın kuvvet ve durumlarını, alınan tedbirleri, Peygamber'in savaştan önceki ve sonraki kararlarını izah etti. Sonra Başbakan'a hitaben;'O zaman orada siz komutan olsaydınız; bundan başka mı hareket ederdiniz?' diyerek alınan tedbirlerin isabetini o büyük askere de onaylattırdı. Şöyle dedi: Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askerî dehası kadar siyasî görüşleriyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih tartışmalarımıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”


Atatürk’ü karalama kampanyası güdenlerin son olarak değineceğimiz argümanı ise, 1937 yılında mecliste yapmış olduğu açılış konuşmasında sarf ettiği şu sözler: “Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.


Atatürk’ün söylediği bu sözlerin, Kuran-ı Kerim’e yönelik olduğu iddia edilmektedir. Ancak bu iddialar ne derece doğru? Az önce belirttiğimiz ve Ayet-i Kerime’de de açıkça belirtildiği üzere, vahiyler Hz. Muhammed’e gökten inmemiş, Kalbine ve aklına zuhur etmek yoluyla vahyedilmiştir. Defalarca kez Kur’an’ı hatim eden Atatürk de bunun filhakika farkında idi. Dolayısıyla “gökten indiği sanılan” ifadesi Kur’an-ı Kerim için kullanılmış olsaydı, özen ve titizlikle yazılan bi konuşma metninde, Atatürk gibi her ayrıntıya önem atfeden biri için gözden kaçamayacak nitelikte bir hata olurdu.


Ayrıca detaylıca açıkladığımız üzere, Atatürk’e göre Kur’an-ı Kerim, dogmaların ve bilimsizliğin kitabı değil tam aksi akla ve mantığa yatkın, ilmi bir kitaptır. Atatürk’ün onlarca sözünden bu düşüncesini anlamaktayız. O halde bu lafları Kur’an-ı Kerim’e söylemediği sonucuna ulaşabiliyoruz. Peki bu sözleri kim ve ne için söylemiştir? Bilindiği üzere Atatürk, pek çok düşüncesinde Ziya Gökalp’ten etkilenmiştir. Ziya Gökalp ‘Şeyhülislâmlık’ şiirinde, “Kendi hukukunu kendi doğurmayan, yasasını (kanununu) gökten inmiş ve dogma sayan bir devlet, devlet değildir ve bağımsızlığını sürdüremez; dünya, değişmeyen bir varlığı taşıyamaz.” Şeklinde bir ifadede bulunmuştur. Burada Ziya Gökalp’in eleştirdiği şey, padişahın ve birtakım Arap yöneticilerinin sözünün ferman olması, dogma olması ve gökten inmiş gibi yüce kabul edilmesidir. Bu İslama aykırı bir anlayış değildir. Zira Ziya Gökalp de İslam karşıtı değildir. “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” adlı meşhur eseri, onun fikir dünyasının özeti niteliğindedir. Atatürk’ün mücadelesi, dini kullanarak menfaat ve meşruiyet elde etme çabası güdenlerledir. Atatürk’ü gerçekten anlayabilen ve tanıyabilen insanlar, bu sözün Kuranı Kerim kastedilerek söylenmediğini de anlayabilecektir. 


Sonuç olarak Atatürk her zaman inançlara saygı duymuş bir insandır. Onun savaşı İslamla değil, islamı kendi çıkar ve menfaati doğrultusunda kullananlarladır. O, Kuran-ı Kerim ve Peygamber efendimizi çok iyi anlamış ve kendince bir bakış açısı geliştirmiş biridir. Atatürk’e göre din vicdani bir kurumdur. Onun şu sözleri bu konudaki bakış açısını güzel bir şekilde özetliyor: “Yalnız şurası vardır ki din, Allah ile kul arasında kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğiniz bu ettiğiniz kimselerdir.” Atatürk dininin, akıl, mantık ve bilimi teşvik ettiğini anlamış, halkını da bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Peygamber efendimizi ve hayatını kendisine örnek almış, onun yaşamış olduğu birçok tecrübeler ve çıkarımlar hayatını etkilemiştir. Son olarak Atatürk’ün söylemiş olduğu şu sözlerle yazımızı noktalayalım:

" İnsan yaşayışını düzenleyen temel kurallar hepimizce bilindiği üzere yüce Kur'an'daki yazılı buyruklardır. İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz son dindir. Kusursuz ve en mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve gerçeklere uygun düşmemiş olsaydı, bununla diğer tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün bu mevcut kanunları yapan Allah'tır."


Comentarios


  • Twitte
Fikir Mahzeni Logosu

© 2022

Tüm hakları mahfuzdur ve mahfuz acı verir.

bottom of page